Başlarken…

Ece Temelkuran, Düğümlere Üfleyen Kadınlar’da der ki; “Oysa, ben hikayesini ilk kez anlatırken dikkate alınmayan insanların aniden ölebileceğinden korkarım.” Ben de korkuyorum, o halde sen dinler misin beni bir kez, sonuna kadar, eğer okuyorsan. Kendimi bildim bileli, belki de bir akrep olarak doğmanın etkisi olarak, metafiziğe, evrenin işleyişine duyduğum ilgi benimleydi. Bazen onu bastırdığım ya da septik davranarak hayatımdan çıkardığım dönemler oldu. Ama görünmeyen(kim tarafından), bilinmeyen(kim tarafından) her defasında kendi sürprizleriyle yeniden hayatıma dahil oldu. Sana, o sürprizleri tüm içtenliğimle yazma cesareti bulmaya niyet ediyorum. Bilmelisin ki, bu bazen kolay değil. Tüm içtenliğinle yazdığın bir deneyimi, sorgulayacak binlerce kişi yazını okuyabilecekken. İşte cesaret dilemem, bundan. Herkes, hayatında mucizevi bir şeylerin, farklı bir şeylerin olduğunu hissettiği bir an yaşamıştır sanırım. Dilerim yaşamıştır. Bu noktada, bize öğretilen, var olduğu aslında içten içe bilinen bir derin okyanusa girip aslında hiç yüzmemektir genellikle. O okyanusa girmek için içimde yanan ateşi hiç sorgulamadım. O sanki, DNA’ma kodlanan kadim bir bilgi gibiydi. Ama, yıllar sonra bir film izlerken neden uzak duramadığımı da anladım. Filmin adı Everest’ti. Dünyanın en zorlu tırmanışı, hayatla ölüm arasında küçük bir perde. Ve neden sorusuna tek bir yanıt: “Çünkü, dağ oradaydı.” Çünkü, dağ, okyanus ya da çağıran her neyin bilgeliği ve metaforu ise, hep orada. Keşfedilmeyi bekliyor. Ama sadece kaşifler için. Bazen korka korka yürüyen ama yine de yürümekten vazgeçmeyen cesurlar için. Hayat, onu mengenelerle sıkmakta ve o, sistemin sorgulayamayacak kadar içindeyken, birden içinde ya da dışında bir ‘dreamerla’ tanışan düşleyenler için. Kadınlar için, bir gün La Loba ile tanışacak ve kurtlarla koşacak kadınlar için. Onlar ki, gördüklerinin genellikle hiç de göründüğü gibi olmadığını yürekleriyle bilirler…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.