Theta Healing: 28- Derin Kazılardan…

Birkaç haftadır, şişmiş bir burun ve boğazda yanmayla uyanıyorum. Hikaye çok tanıdık. Allerji… ve yaklaşan bahar. Geçtiğimiz yıl, gluten, süt ürünleri, kafein, meyve, şeker ve tahmin edebileceğiniz her şeyi içeren bir diyete girmiş ve tüm bu sorunlardan kurtulmuştum. Son dönemde, yediklerime hiç dikkat etmediğimden (yok ay boğadaydı, İzmir boyozuydu, şehir dışında olunca sınırsız yemekti, anne yemekleri vs. gibi sınırsız bahane listemden ötürü) bir ay içinde de genellikle 3 şehir değiştirdiğimden, konu geri döndü. Sabah bir akrabam aradı ve sesim nedeniyle çok hasta olduğumu falan sandı. Telefonu kapatınca kendime, hadi kızım otur kendini kaz, ilaç almıyorsun, çalışma yapmıyorsun, her sabahın böyle mi geçsin birkaç ay dedim. Tabii ki, gözümü bile açamamışken oturup kendimi kazmadım. (Hep dürüst olacağım bu konularda, biliyorsunuz değil mi?) Onun yerine çay içip brownie yedim! Resmen intihar. Neyse… Yediğimiz, içtiğimiz konunun sadece bir kısmı, diğer kısmı ise buna neden olan duygu ve programlarımız. Bunu theta healing advanced seminerinde de detaylı konuşuruz. Örneğin, diyelim ki ben bir vitamini meyveden alamıyorum. Bu aslında sadece vitamin eksikliği sorunu değildir, vitaminler ikinci varoluş seviyesindedir. O seviyenin var oluş enerjisi sevgidir. Bu benim sevgiyi alamadığım anlamına gelir. Sevgi konularında çalışana dek, dışarıdan vitamin alarak ancak ikinci varoluş seviyesiyle dengelenirim. Birinci varoluş seviyesinden bir minerali bedenim alamıyorsa, bu kez de konu destektir, desteklenmektir. Çalışacağım konular bunlardır, gibi… Son derece keyifsiz uyandığımdan, güne daha dingin başlamak ve biraz kafamı dağıtmak için elime yarım kalan bir kitabımı aldım. Spiritüel Yasalar/ Diana Cooper. Spiritüel yasalardan bağlılık konusuna geldim. Diyordu ki, “Bağlı olduğunuz şey, her kim ya da her neyse, sizi manipüle edebilir. Artık özgür olamazsınız. İpin ucunda sallanan bir kukladan farkınız kalmaz.”  Bağlılık, aslında bence anlatmak istediği kavram olarak bağımlılık, insanın en büyük zaafı olarak gelmiştir bana. Kendi adıma da en korktuğum şeydir. Ve ne zaman aşırıya kaçan sahiplenme isteğim ortaya çıksa, kısa süreliğine ruh halimde dengeleyemediğim saçma durumlar oluşur. O halimi hiç sevmem, ama onun sadece bir parçam olduğunu, tamamen ben olmadığını kabul ederim. Bir süre drama yaratmasına da sonunda eğlendiğim için izin veririm. Sonra karşıma alırım, neden böyle olduk derim, altındaki iyiliği görürüm, bir daha bu konuda onun yerine böyle davranabiliriz, tamam, hadi biraz dinlen artık, hizmetin bitti, ben de hayatıma dengede devam edeyim derim. Uzlaşmacı bir kişiliğimdir özümde neticede. Kendi içimdeki kurbağı öper, prenses yerine altın tozu yaparım. Biz buna zaten kazma diyoruz açıkçası. Kurbağa yanlarımızı öpmek, neyse ne olmalarına da izin vermek. Okumaya devam ettim. “Bir üstat bağımsızdır. Statülerden, maddiyattan ya da duygusal ihtiyaçlardan bağımsızdır.” cümlesi geldi. Altını çizdim çizmesine de, içim bir rahatsız oldu. Bedenimden gelen sinyaller çalışmam gereken konuları gösterir. Bir sayfa daha çevirdim başka bir cümle denk geldi. “Bağlılık koşullu sevgidir. Bir üstat koşulsuzca sever ve bağlar oluşturmaz. Sevdiği insanları özgür bırakır ve onların kendileri olmalarına izin verir. Sevdiği biri onu terk eder ya da ölürse, yas tutar fakat yıkılmaz. Kendi merkezinde kalır.” Son cümle, son damla oldu sanırım. Burada bir vizyondan bahsetmiştim aylar önce. Kendi sahilinde, kendi merkezinde kal diyordu ruhsal plandan rehber orada. Bana bunu yapmam için her gün aynı şiiri gönderiyordu yüksek benliğim. Peki ben kalabiliyor muydum? Tabii ki, hayatımda bazı anlarda merkezimde kalmak çok kolay değildi. Göğsümde bir taşla yaşıyor, bu hisse de araf diyordum. Tam bunları düşünürken birden kendimi bir saat öncesinde kaçtığım kazma çalışmasının içinde buldum. Hislerimi gözden geçirmeye başladım. Neden bazen merkezimde kalamıyordum? Bu hangi durumlardaydı? Bu kimlerle ilişkimde geçerliydi? Bir bağımlılık kokusu mu yükselmekteydi… Hislerim burnumda yoğunlaşıyordu ve damağımda. Aynı allerji gibi. Yoğun bir şekilde hapşırmaya başladım bu esnada. Öte yandan başıma da ağrı girer gibi oldu. Hiç şüphem yoktu. Kitap beni çalışmam gereken konuya götürmek için elime gelmişti. Ve bedenim bana bu hisleri nerede depolayıp hastalık/rahatsızlığa dönüştürdüğünü göstermek için yardım etmekteydi. Hissim neydi? İçimden bir şeyleri atmak istemek. Neden atmak istiyordum? Çünkü, bir şeyler çok gözümün önündeydi. Gözümün önünde olunca ne oluyordu? Hayatıma devam edemiyordum. Bu bana kendimi güçsüz, üzgün ve isyankar hissettiriyordu. Bu ne zaman başlamıştı? Ta daa… Hiç ummadığım bir an. Hiç ummadığım… Annemin babasının, benim koyduğum isimle Uf dedemin vefatı! Kazmada bazen gittiğimiz anı bize saçma gelir. Saçma anıları severim. Hazinedir. Çok saçma geldi. Saçma gelmesi, zihnimin beni korumaya çalışmasından. Ya sen değilsindir, yanlış anı diyesim geldi. O an gözlerimden yaşlar akmaya başladı ve beni anıya sabitledi. Babamın babası, İbrahim dedem, bir gece prostat ameliyatı olmak için hastaneye yatmıştı. Durumu ameliyat konusu dışında gayet iyiydi. Sabah ameliyata girecekti ve refakatçi olarak kimse kalmıyordu yanında. O gece beyin kanamasından öldü. Hayatımda tanıdığım ilk ölüm. Şok edici. Çok tuhaf. Hiç hazır değilsin, aklından bile geçmiyor. Kafası kopan horozların ortalıkta dolanması gibi bir süre… Bu ölüm bana, bir ölümün ani olmasının çok sarsıcı olduğunu anlattı. Zamanla ölenler, alıştırarak gidiyorlardı. Daha kabullenebilirdi belki. Değilmiş. Annemin babası, birkaç yıl sonra siroz oldu. Siroz, alkol alanların hastalığıydı gözümde. Dedem, camiden çıkmayan, dev gibi adam, her yere koşarak gider… Nasıl siroz olurdu? Çok anlamsızdı! Sonra o dağ gibi adam, yavaş yavaş eridi, bilinci yavaş yavaş söndü, ama ruh bedene beden ruha bir süre daha eşlik etti. İşte bu anıyı hatırladım. O dönem, bir şirketin insan kaynakları departmanında çok yoğun çalışıyordum. Günde bazen 20-30 kişiyle mülakat gerçekleştirdiğim olurdu. İş görüşmesine girerken, acil bir haber beklediğim için özür diler telefonumu masaya bildirimler açık halde bırakır ve görüşmeye başlardım. Her an ölüm haberi gelebilirdi. İşyerim İzmir’in bir ucunda, acil durumlarda kaldırıldığı Dokuz Eylül Hastanesi ise İzmir’in diğer ucundaydı. Aylarca, dedenizi son görüşünüz olabilir cümlesiyle korkuyla ve bir anda işyerinden çıkıp eve, hastaneye giderek çalıştım. Dedemi son görüşlerimde, o benim kim olduğum hakkında bir bilgiye sahip bile değildi. Artık dile getiremesek de, hepimiz tek bir şeyi dilemekteydik. Hayatı boyunca alkol almamış dedem, -muhtemelen- hastanede verilen kandaki hepatit b nedeniyle siroz olmuştu.  Hepimiz aynı şeyi demiştik, neden siroz! (Biz bunu kabul edemesek de, genellikle bütün programlarımızın altından Yaradan’a isyan çıkar. Hatta ukalalık ölçüsünde; “Bu işi doğru yap-a- madın!” hissi. Biliyorum, kabul etmek zor.) O zamanlar, henüz bu bilinçte değildim. İkincisi, konu son derece gözümün önündeydi. Hayatıma devam edemiyordum. Etmek için maksimum efor sarf ediyordum. Tüm planlarım, tek bir telefonla değişiyordu. Bu kadar gözümün önünde olan bir konu -konunun hassasiyetinden bağımsız- benim içimdeki güçlü, kontrolcü, başarılı olmak isteyen kişiliğimi zora sokuyordu. Benim her zaman gurur duyduğum hızlı karar alan, net olan, hiçbir şeyi sürüncemede bırakmak istemeyen parçalarım bu olayda sendeliyordu. Bir insanın iyileşmesi ya da ruhunun gitmeyi istemesi dış koşullardı. Dış koşullar üzüyordu, içimdeki netliği bozuyor hissi vardı. Aslında burada değişecek inançlarım ve serbest bırakılacak zorunluluklarım vardı. Ama dahası… Ben tüm bunları hangi iyilik için deneyimliyordum? Yani güçlü olunca, başarılı olunca daha iyi ne oluyordu hayatımda? Neydi ana tema? İşte bunu buldum. Enerji anlamında inanç seviyelerimden temizledim, daha yüksek bir realiteye ait olan yeni inançları tanımladım kendime. Dedim ki, ne olursa olsun, sen inanç ve güvenle anda kalabilir ve hayatını sürdürebilirsin. Bir şey/insan/ilişki/meslek ya ölmeli ya yaşamalı ama asla sürüncemede kalmamalı bakış açını hafifletip ölümün zorunluluğu yerine sevginin teslimiyetini ve her zaman sonsuz olasılıklara açık olmayı, teslimiyeti ve akışta gelenin hediyesini seçebilirsin. Hapşırık kesildi, şu an size gayet nefes alarak yazıyorum. Yazmasam olmazdı. Hayatıma bambaşka bir gözle bakmamı ve dönüşüm yaratmamı sağlayan bu tekniği kendi üstümde uygulamayı, başkalarında da deneyimlemeyi ve hatırlatarak öğretmeyi çok seviyorum. Dilerim yeni bakış açıları sunsun yazım size. Koşulsuz sevgi ve şifayla…

  1. Begum diyor ki:

    Canım Yeliz bi kez daha şükürler olsun yollarımız kesiştiğii için?Ayna gbi tuttun bana kaçtıklarımı. 2019 a biraz olaylı başlamışken(bir iş kaybı, bir ölüm bir tek ediliş?) ağlayamadım. Bedenim kas katı kesildi ve sanki olayları görmezden gelirsem kolay atlatacaktım. Okurken ağladım tutamadım gözyaşlarımı hemde iş çıkış saati izbanında? nereden başlamam gerektiğini biliyorum şimdi??teşekkür ederim ?

  2. Gökçe diyor ki:

    Bugün benim için seç butonuna tıkladım:
    Bir şey/insan/ilişki/meslek ya ölmeli ya yaşamalı ama asla sürüncemede kalmamalı bakış açını hafifletip ölümün zorunluluğu yerine sevginin teslimiyetini ve her zaman sonsuz olasılıklara açık olmayı, teslimiyeti ve akışta gelenin hediyesini seçiyorum.
    Teşekkürler Yeliz.

Burcu için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir