Theta Healing: 11- Lykavitos Tepesi’nden Dünyanın Merkezine

Basic eğitimi ile ilgili detaylı bilgileri size verdiğime göre, hikayemin ikinci kısmına geçebilirim artık. Atina’ya hem Theta Healing eğitmeni olmak hem de köklenmek için gittiğimi anlatmıştım. Hatta köklenme ihtiyacımı anlattığım o yazı, bloğumda en çok okunan yazı oldu bugüne kadar!(Burada) Şimdi size, hiç akılda yokken yoluna düştüğüm o tepeden bahsedeceğim. Atina’da iki önemli tepe var. Biri dünyadaki bütün gezginlerin bildiği ve Acropolis diğeri ise Lykavitos tepesi. Lykavitos, Atina’nın en yüksek tepesi.  Oradaki her günümde, bu iki tepeye baktım. Her gün ikisiyle selamlaştım ve ne enteresan ki, şimdi fark ediyorum, iki önemli tepeden dünyanın merkezine köklendim. Bu iki tepenin ortak bir özelliği daha var. İkisi de Atina tarihinde önemli iki dönemi simgeliyor. Atina’da Bir Kadın’da bu iki tepe için şöyle diyor Sofka:
“Acropolis, Atina’nın antik çağdan kalma mirasını temsil eden kutsal bir tepeyse, Lykavitos’un da Atina’nın Bizans mirasının ve Ortodoks Kilisesi’nin güçlü bir simgesidir. Bu iki tepe Yunan kimliğinin ikiz tepesidir, temsil ettikleriyse Atinalıların kendilerine yakıştırdıkları değerlerdir.”
Lykavitos’a gidişimiz, gerçekten çok enteresandı. Basic eğitmenlik eğitiminin bitişi ile Advanced eğitmenlik eğitimi arasında bir boş günüm vardı. Bu aynı zamanda, Atina’yı gündüz gözüyle gördüğüm, üç günden ikincisiydi. Gökmen’le Atina’nın sahil bölümü olan Pire’ye gitme kararı almıştık evden çıkarken. Bir anda tepeye bakıp alt sokakları olan Kolonaki’de yürüsek, geri dönüp Pire’ye mi gitsek dedik. Kolonaki, Atina’nın güzel evleri ve tarz kafeleriyle hoş ve biraz da yüksek standartlı bir bölgesi. Kaldığımız bölgeye yürüyerek 10-15 dakika mesafede. Sokaklarında dolaşmak oldukça keyifli. Kolonaki’de yürürken, bir kırtasiye gördüm ve hemen girdim. Dünya üzerinde en sevdiğim yerlerden ilk beşe girer kırtasiyeler. O gün içimde iki dilek vardı geleceğimle ilgili, olacağını gönülden bildiğim iki dilek. O ikisini hiç unutmamak için, eski bir koleksiyoner olarak iki kartpostal aldım onları simgeleyen ve yokuşlardan oluşan Kolonaki’de, daha da yukarılara tırmanmaya başladık. Bir ara Gökmen bana sorar gibi oldu “Abla en tepeye çıksak mı?” diye. Ben de ona, 33 yıl severek kullandığım bacaklarımın o tepeye kesinlikle tırmanmak istemediklerini söyledim. (Tepe dediğim, bildiğiniz dik açılı üçgen çünkü!) Sonra biraz daha tırmandık ve amaçsızca yürümek mantıksız hale geldi. Bu esnada nefes nefese kırmızı ışıkta duruyorduk ve  Gökmen yeniden “Abla, tepeye çıksak mı? Ama sen istemem dersen, senin kurs günlerinde ben zaten çıkarım, sorun değil.” diyordu. Ben de “Hayır, hayır, hayır” diyordum. (Yazarken kendimi sorguladım, ben nasıl bir ablayım? Çocuk kaç kez istediğini dile getirmiş hala bacaklarım diyorum…) O esnada son derece bakımlı, güzel giyimli iki kadına bakıyordum. İkisi de gülerek kol kola girmiş ve diğer ellerinde bastonlarıyla yürüyorlardı. Bence en az 80 yaşındaydılar, inanın abartmıyorum. Ve çok güzellerdi. Sanki benim koleksiyonunu yaptığım Finlandiya kartpostallarındaki iki neşeli kadın gibiydiler. (Inge Look- ah bilseniz ne muhteşem çizimlerdir!) Ve içlerinden biri yanımda durup benimle konuştu. Bu kısmını, hep başka kitaplardan mı alıntı paylaşacağım, kendi Instagram hikayemden paylaşıyorum. (Üçüncü kez dinleyeceklere teşekkür ediyorum 🙂 )
…Biz durmuş yola bakarken, kadınlardan biri yanımda durdu ve nereye gideceğimi sordu, bilmiyorum dedim. Sandım ki, yer yön soracak. Yardım isteyecek. Benden bir şey rica etmek için durmuştur olsa olsa… Kadın harika bir İngilizce aksanla bana dağın tepesini göstererek “Oraya çıkacak mısın?” dedi. “Sanırım hayır” dedim. “Size nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordum. Alınmış gibi “Hayır, hiçbir yardıma ihtiyacım yok” dedi. Sonra, bana “Oraya mutlaka çık.” dedi. Uzun uzun yolu tarif etti. Ve tekrar tekrar “Oraya çık” dedi. Neyse, burası orası. Çıktım, kıracak değildim ya. Daha o saniye anlamıştım, bir işaretti bu karşılaşma. Orada, Gökmen’i de ikna ettim ve harika bir köklenme çalışması yaptık. Bağlarımızı kestik, atalarımızı onurlandırdık, Yunanistan’ın en yüksek tepesinden Yunan topraklarından dünyanın merkezine köklendik. “Yaşadığımız sürece lütfen bize sevgiyle bakın.” dedik. Bir insan atalarından daha ne ister ki! ❤️Bu çalışmayı Acropolis’e saklamıştım ama mesaj reddedilmeyecek kadar belirgin ve mükemmeldi. Bugün theta eğitiminde ise, bu çalışmanın atalarımı onurlandırdığı mesajı geldi. Özetle, her şey bir işaret. Evet, her şey bir işaret!
Evet, aynen böyle oldu. Kadın arkadaşının yanına gider gitmez Gökmen’e döndüm ve dedim: “Yürü Gökmen gidiyoruz!” O da haklı olarak “Abla bu neydi şimdi? Neden o kadın bize oraya çıkın dedi durdu?” dedi. İşte o an, hayatı boyunca bana takılacağını düşündüğüm o sözler dilimden döküldü: “Bunların hepsi bir işaret Gökmen! Bunların hepsi bir işaret!” O tepeden tüm Atina’ya baktık. Enerjimizi toprağa, toprak anaya, dünyanın merkezine uzattık. Yeniden bedenimize çektik o merkeze köklerimizi salarak. Sonra bulunduğumuz noktadan, evrene genişledik. Tüm dünya evimiz olsun, dünya insanı olalım, gittiğimiz her yerde köklerimiz olsun dedik. Nerede olursak olalım, bastığımız topraklar köklerimizi güvenle saldığımız topraklar olsun. Nerede olursak olalım, orada bolluk bereketimiz bizimle olsun… Nerede olursak olalım, bize iyi baksın o toprak, o rüzgar, o su. Gövdemiz deniz, gövdemiz dağ, gövdemiz toprak… Aklımız ve kalbimiz tüm var olanların da ötesinde. Dünya sen evimiz olsan, açsan kapılarını, geçsek tüm o kağıt üstündeki sınırlarını… Harika iki çalışmaydı. Diğerlerine aldırmadan, sırtımızı Acropolis’e yüzümüzü denize ve dağlara döndüğümüz ve el ele tutuştuğumuz bu çalışma, bizi oraya yönlendiren ve heyecandan ismini bile sormadığım harika İngilizcesiyle ve hanımefendiliğiyle aklımı başımdan alan kadın, betonların arasındaki minik yeşilliklerle hem beton krallığı hem nizamlı şehir Atina… Karşımda, dünyanın ibadethanelerinden biri, önünde zeytin ağaçları. Karşımda dağlar, denizler, tam tepedeki öğle güneşi, yüzümüzü okşayan rüzgar… Pire’ye hiç gitmedik. O huzurdan ayrılıp Atina’nın en siyasi en çılgın en isyankar sokaklarına indik. Çünkü, o tepedeki huzur ve teslimiyet ile o her an devrim yapmaya hazır kaos arası on dakikaydı. İşte dünyanın tanımı! İşte dünyanın tanımı! O günü hiç unutmayacağım. Ama en az bu kadar unutulmaz bir anı da akşamında bizi bekliyordu. Üstelik onu hiçbir yerde de anlatmadım. O zaman bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle. Bence kesin yeniden gelirsiniz, ama kahvelerinizle gelin olur mu? Canınız çekebilir 🙂 *Hadi tıklayın Tıkk Tıkk

Suzan için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir