Seni İçime Gömdüm

“Eline tüfeğini alıp fişeklikleri göğsüne çaprazlamasına asıp atını üstlerine sürse, kasabanın sokaklarında ölüm saçarak, önüne geleni yağmalayarak, yakıp yıkarak dolaşsa, kasabayı yerle bir etse bile, gözlerinden okunan bu sevginin ürküttüğü kadar ürkütmezdi onları.”  Lise ikinci sınıftaydım, hafta sonları dershaneye gidiyordum. (Bir nesil bunu yaptı, evet.) Bir Edebiyat öğretmeni vardı, sınıfta sevgilisi olduğunu gördüğü iki kıza, üniversite sınavını kazanana kadar sevgililerinizi içinize gömün, bir kitap var alın onu da üstüne okuyun, demişti. Kitabı koşarak henüz hiç sevgilisi olmamış, bir süre daha hiç sevgilisi olmayacak olan ben almıştım. -Biliyorsunuz ki, birileri yaşar birileri yazar. Ben birileri yaşarken okuyanım genellikle.- Çok etkilenmiştim, ama o zamana dek gerçek bir sevgiyi tatmamış biri için dilini bilmediği ama ortak kelimelerden ve tanıdık görsellerden anlamaya çalıştığı yabancı yemek kitaplarından az farklıymış kitap da. Belki isminin vuruculuğundan ötürü, yıllarca bu kitabı anımsadım. Onu benden alan ve vermeyen arkadaşıma basımının durduğunu öğrendiğimde az bilenmedim. Kitap niyetimdi, bana seslendi, yoluma çıktı. Girdim aldım birkaç gün önce Kadıköy’de bir sahaftan… Çok şükür, o kitabı okuyup birkaç cümlesini çizip kendinden bir iz bırakıp bana emanet eden adama. -Neden adam dediğimi bilmiyorum. Belki de çizgileri biraz düzensiz, renksiz ve çatallı olduğundan. Belki, çok hassas bazı cümleleri algılamadan teğet geçtiğini düşündüğümden…- Bir bakıma, kitap, suç ortağım, kimse o bir bakıma arkadaşım. Çünkü bir sırrını biliyorum. Şu iki cümleyi farklı bir vurguyla çizmiş: “Onu sevdim diye nelere katlanacağım Tanrım?” “Tanrım, kurtar beni bu aşktan!” -Belki kurtulduğu için bir sahafa satmıştır, kim bilir?- 34 yaşındaki halimle diyebilirim ki, öğretmenin kinaye sanatını kullanarak önerdiği bu kitap hayatımda okuduğum en güzel aşk ve dönüşüm hikayelerinden biri olacakmış. Bu kısacık romanda, bir adamın sadece aykırı aşkını değil-aykırı olmayanına aşk deniyor mu özünde?-  o aşkla birey olma yolculuğunu da tanıyacakmışım. “O kıza dostluk duyuyorum ben.” “Yeterli mi bu kadarı?” “Bu yeterli değil de insanın kendi daracık çevresinde yaşayıp gitmesi, hiç böyle bir duyguyu tatmaması mı yeterli?” Romanın başkahramanı, Kabrero bir Meksikalıdır ve bir Kızılderili kadına aşık olur. Yaşadığı kasabadakiler, kasabanın kurumları, kilise, hepsi ona sırtını çevirir. Aşık olduğu kadından vazgeçmesini isterler ve kadını Kızılderili olduğu için aşağılarlar. Kızılderililer de bu zor yolculuk için Kabrero’ya kendi kasabandan bir kız seçmelisin, derler. Kabreroysa, kalbi dışındaki diğer seslere sağır davranır. Kararından vazgeçmez. “Bizimkiler de bir tören yaparlar.” “Onun önemi yok. Kızla senin aranda, törenlerin gerçekleştiremeyeceği, yalnızca dile getirebileceği o şey var nasıl olsa.” Kabrero ilk kez kelimelerle ifade edemediği bir sıcaklık tatmıştır. Düzene sakince başkaldırır. Hepsini, sahip olduğu her şeyi bırakır. Kadınla, dağda iki yıl bir başına yaşamayı seçer. Ta ki, kitabın başında anlatılan, kadının ölüm anına dek. Öldüğünde, kasabasından bir toprak veremediği kadını, sırtına alır, uçurumlardan geçer. Yaşadığı yerdeki toprak gömülmek için uygun değildir. Artık bir görevi vardır. Karısını kasabaya götürüp uygun bir şekilde gömmek. İnanır ki, bu içini yakan aşk da kadınla birlikte mezara girecektir. Canlı bir bedendeki sevgi, cesetle birlikte gömülmeyi bu yolculukla hak edecektir. Çünkü, tek başına vahşiliği sürdürecek gücü kalmamıştır Kabrero’nun. Sevmeyi bilmeyen, sevmeyi kurallara ve dünya düzenine uymak sanan kalabalık için kurallara uymayan, kalbin sesini dinleyen bu yol korkunç vahşiliktedir şüphesiz. Oysa, sabahları güneş iki yıl boyunca eğreltiotlarının arasından sakince selamlar onları, Kabrero’ya göre, şefkatle doludur ve vahşi değildir aşkları. Kabrero’nun bu yolculukta başına gelmeyen kalmamış oladursun, değinmek istediğim birkaç konusu da oldu. Ancak, kitap öyle naif ve yalın bir dille yazılmış ki, yazarken daha kendi kaba cümlelerimden utanıyorum. Yine de değineceğim. Kabrero, bu acı ile, ölümle ondan ayrılmamış olan bu aşk duygusu ile aslında farklı bir bakış açısına geçiyor hayatta. İlk kez, kıyısından dolanmışız meğer dediği, babasının annesini kaybettiğindeki acısını anlıyor. Abisi ve yengesinin, aşksız evliliğinin hissi, mezarlıkta ölüler arasında hissettiği hisle aynı. Kilisede, ölen karısının vaftiz edilmesini isterken, ruhun ve bedenin varlığını sorgulaması, dağa dönerken sanki ilk kez görüyormuş gibi kasabaya bakmasının metaforik anlatımı muazzam. Haydutlarla ve doğayla ilişkisi ise, tam bir teslimiyet. Kitabı sevgililer gününde bitirdim, yazıya da aynı gün başladım. Denk gelince açıkçası, kolay kolay bulamayacağınız bu kitabı size önermek istedim. Daha önce hiçbir kitabı böyle yazmamıştım. Dünya boyutunun realitesi: duygularımız… Biz hayatı duygular yoluyla deneyimliyoruz, tekamülümüzü duygularımızla gerçekleştiriyoruz. Aşk, tekamül etmemiz için bize verilmiş en güçlü yardımcı. Bir bakıma, yat kalk şükret türünden ama öldürmeden süründüren bir acı da eşzamanlı. Dünyaya doğmadan önce, seçmiş olduğumuz konular olduğuna inanıyorum. Theta Healing’te biz bu konulara geliştirilecek erdemler diyoruz. Bazı öğretilerde dünya bir okul bu konular ise sınavlar olarak geçer. Siz nasıl/neye inanmak isterseniz… Aşk, o yolda biz kaplumbağa adımlarla giderken hatta diretir ve gitmezken, bir havuç gibi burnumuza tutuluyor sanki. Şimdi adımlarını hızlandır, yoksa onu kaçıracaksın! Şimdi koş, şimdi uç… 10 yılda alacağın yolu 10 günde al. Sanki bunun bir yolu. Öte yandan, ilahi aşka da insan aşkından gidiliyor şüphesiz. Yaradılanı tüm kusuruyla seviyoruz önce, Yaradan’dan ötürü. Ve en önce, elbette kendimizi. Bu açıdan bakıldığında, aşkın her hali, büyük bir ödül ve tüm kurumların, kuralların ötesinde. Komik olan şu ki, genellikle düzene başkaldırı olan aşk tanımının, düzen tarafından bir güne -bugüne- sığdırılması. Bu da farklı bir bakış açısı olarak dursun. “Karısına olan aşkı dilinin ucunda bir acı gibi dururdu, konuşma duygusunu köreltirdi, çünkü benliğinin tam ortasında açılmış bir yarayı andıran bu aşk, bildiği sözcüklere, okuyamadığı bütün o kitaplardaki sözcüklere sığmıyordu. Hiç değilse bu vardı, diye düşündü, ben layık olsam da olmasam da vardı.” Kabrero, sevdiği kadına bir kez bile seni seviyorum dememişti. Çünkü duygusu, bu iki kelimenin ötesinde, dilsiz bir dildeydi ve o dilin yardımcısı sevmek eylemiydi. Ölüsünü, ölümü göze alıp sırtında taşıyacak kadar sevmek. Bir duam olsa sadece şu olurdu, Tanrı, acıyı hissetme seçimimize değer veriyorsa eğer, yani biz en çok hala acı ile tekamül etmekteysek demek ki, Kabrero gibi acıyı dönüştürme ve kalbine sahip çıkma gücü eylesin hepimize. Dilerim… “Yat sevgilim. Kıpırdama. Yat bir tanem. Seni içime gömdüm.”

  1. Hülya Gülen diyor ki:

    Yelizcim çok iyi geldi. Ocak ayında anneciğimi kaybettim. Bana bir umut ışığı oldun. Bir aydır dağıldım. Anne acısı çok zormuş.
    Çok öotüm seni. Epeydir konuşamadık özledimde sesini. Araşalım. ??

  2. burcu diyor ki:

    Ahh Kabrero… Kitabı çok merak ettim.
    ”Sevmeyi bilmeyen, sevmeyi kurallara ve dünya düzenine uymak sanan kalabalık için kurallara uymayan, kalbin sesini dinleyen bu yol korkunç vahşiliktedir şüphesiz.” Sevmeyi bilmeyenler, aşkı ve sevgiyi (hangi şartta olursa olsun) hiç anlamayacaklar. Olsun. Anlamasınlar, O duyguyu bize veren Allah’a şükürler olsun.

  3. Rüveyde diyor ki:

    Aşk acıtır inancı tekrar baş gösterdi şuan bende yada bir çok inandığımız aşkın 3 gündür 3 yıldır vs aklımda deli sorular tşk ediyorum ?

Rüveyde için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir