Sakız’ın Hikayesi… &2

*İlk yazımı okudunuz mu? Yemeğe ortasından başlamak olmaz. Öyle değilse, buyrun önce ilkine: Tıkk tıkk… *

Yola çıkmadan bir gece önce, bir televizyon programında İstanbul’un sembollerini tartışan iki kişiye denk gelmiştim. Anlatılana göre, Fatih Sultan Mehmet’in en büyük hayali aslında Roma İmparatoru olmaktı. Yani Roma’yı bir kültür olarak görmekte ve devamını Osmanlı ile getirmeyi istemekteydi. İstanbul’u aldı ve ölümüne yakın, Roma İmparatoru 1. Konstantin’in mezarının üzerine defnedilmeyi istedi. Şu anda, internette bunu tamamen doğrulayan bir bilgi bulamasam da, hatta naaşının mumyalandığı bilgisini okusam da ben size duyduğum hikayeyi anlatıyorum. Fatih Sultan Mehmet, 1. Konstantin’in mezarının üzerine gömüldü. Ve büyük İstanbul depreminde mezarlar birleşti. Kulağa enteresan geldiğinin farkındayım. Kendisinin Fatih Cami’sinde bir türbesinin olduğunun da. Ama bu olasılık beni çok etkiledi! Düşünün, asla teslim olmayan, dünyanın merkezi sayılan bir şehri alıyorsunuz. Hem de öyle bir alıyorsunuz ki! O gün hala Yunanistan topraklarında yas günü ilan ediliyor, “Şehrin düştüğü gün.” deniliyor. Ve siz o şehrin yenilmez kumandanını yenip üzerine defnediliyorsunuz. Gurur, yükseklik, burada da üzerindeyim senin… Senden sonra geldim, Roma’nın devamı benim. Ne derseniz deyin… Ama zaman ne yapıyor? Sizi eşitliyor. Siz aslında bir oluyorsunuz. Çünkü zaten birdiniz. Tehlikeli sayılabilecek söylemlere girdiğimin bilincindeyim. Bu nedenle, gözünüzle değil, kalbinizle okuyun, rica ederim. Anlatmaya çalıştığım çok çok ince bir şey. Bir de şöyle anlatayım: Hiç aile dizilimine katıldınız mı? Ben ilk dizilimlerimden birinde, bir öldürüleni canlandırıyordum. Bir kadın, şizofren olan oğluna çare aramaya gelmişti. Aile hikayesinde, ölen ve öldürülenler sorgulandı. Çünkü, dizilimlerde bazı ana başlıklara bakılır konularına göre. Örneğin, ben bolluk ve bereket sorunumla ilgili dizilim açtırdığımda, altından doğrudan göç hikayem çıkmıştı. Bunun gibi… Kadının iki önceki kuşağı, bir köyde yaşıyordu ve bir düşmanları vardı. Bu düşman, bir gece onların evini tutuşturmuştu. O gece aileden yedi kişi yanarak ölmüştü. Ben o yediden biriydim rolde. Şizofren olan oğul rolündeki kişi, aile ağacında ölen ve öldüreni görüyordu. Öldüren de enerjisi ile sisteme girmişti, artık o da tanınacaktı. Dolayısı ile, roldeki kişi bizi öldürene de bize de aynı şekilde davranıyordu. İkimize de sarılıyor, ardından ikimize de zarar vermek istiyordu. Daha tuhafı, ben katil rolündeki kişiye bakıp inanılmaz hırslar içinde boğuşurken ve hatta “O beni öldürmese, ben onu öldürecekmişim.” derken, bazılarımız o kişinin yüzüne bile bakamıyor ve titreyerek ağlıyordu. Yedimiz, o yedinin duygularının içindeydik. Ama dizilimin sonunda katil rolündeki kişi ile birdik. Hissiz, eşitlenmiş, kabullenmiş… Oğulsa, iki tarafı da gördüğünü bilmekten yorulmuş, daha dingin… Katıldığım tüm aile dizilimlerinden öğrendiğim: biz farklı rollerde de olsak, biriz. Katil de maktul de bir. Ve elimizden gelenin en iyisi neyse, oyuz aslında. Bu bazen, dünya bilincinde çok kötü olarak yargılanmak dahi olsa. En tepeden bakıldığında, tek, bütün, bir. Bu bilgiler ışığında, acaba nereye bağlanacak di mi?, gelin Sakız maceramıza geri dönelim. Adaya adım attığınızda, artık müzeye dönüşen bir cami ve hemen karşısında bir park karşılıyor sizi. Burada bir kahramanın heykeli var. Kahramanın ismi: Kanaris. Kendisi kim biliyor musunuz? Nasuh Mahruki’nin büyük dedesi Kılıç Ali Paşa’yı öldüren kişi. Kılıç Ali Paşa, ismini belki defalarca duyduğunuz bir kahraman bizim için. Kanaris, onun gemisini top atışıyla yakıyor, Mahruki soyadı da böylece aileye geliyor. Anlamı “yanık”. Şimdi Sakız’da turizmi elinde tutan aileden biri, onların kahramanı Kanaris’in torununun torunu. Oraya maddi anlamda en büyük katkıyı sağlayanlar Türkler. Öte yandan, her iki ülkenin gençlerinin birbirine destek olduğu tek faaliyet, doğal afetler. Bildiğim kadarıyla yardıma ilk koşan Rumlardı bizim 97 depreminde. Onların yangınlarına ise biz gittik. Akut’un kurucusu kim? Nasuh Mahruki! Hayatın, evrenin, kolay anlaşılmayan bir matematiği, mezarların ise denkliği var, benim buradan anladığım. İlk günümüzün ilk adımı Kanaris’i selamlamak ve Kılıç Ali Paşa’yı anmakla başladı. Kanaris’in karşısında bir de bu ağacı gördüm bana bakan. Vaktim olsa konuşurduk onunla. Ama zaman tiktak geçiyordu. Ardından, kalenin içine girdik. Burayı anlatmak zor. Bir öneri: labirent gibi sokaklarda sakın kaybolmayın! Biz biraz kaybolmuş olabiliriz 🙂 Bu arada, biraz fotoğraf da çekildik tabii. Sokak isminin Şehitler Sokağı olduğu düşünülürse, her adımımızda benim kendi alanımı temizlediğimi bu yazıyı okuyan mini mini theta healerlarım tahmin edeceklerdir. Basılan ve uğruna kan dökülmüş her kara parçası, gidemeyen bilinçlerle dolu. Onlar da, bir ışık bulduğunda, onu kullanıp gitme süreci içinde. Spiritüel bir amme hizmeti yaptım sanırım insanlık için, gözlerim kapalıyken gördüklerim bana kalsın. Gecesi ise, roket savaşlarına konu oldu. Roket savaşlarının tarihine gelirsek, Yunanca ismi Ruketopolemos. 150 yılı geçkin süredir devam eden bir gelenek. Başlangıcı ise, Aziz Markos kilisesi ile Panagia Erityani kilisesi arasındaki bir atışma ile başlıyor. Panagia Erityani, burada kurulan ilk kilise. Aziz Markos kilisesi kurulduğunda iki kilisenin müritleri arasında bir sürtüşme olur. Çocuklar birbirlerine taş atmaya ve kiliselere zarar vermeye başlar. Duruma, sonra kiliseler el atar ve yetişkinlerin de olduğu bir eğlenceye dönüşsün istenir. Roket Savaşları işte böylece başlar. Hatta bir ara işler o kadar ileri gidiyer ki, top atışına kalkışılır. Osmanlı ise, buna izin vermez ve havai fişek, minik roketler denilebilecek araçlarla sınırlanır gelenek. Ben 8 dakikalık bir video çektim. Televizyondan izlerken kesinlikle gitmeliyim demiştim. İzlerken, hımm bu muydu yahu dedim. Ama bunun bir nedenini de şöyle belirtmek lazım. Daha önceki yıllarda 1 milyon üzerinde roket atışı yapılırken, bu yıl 15.000 roket atılmış rivayete göre. Malum Yunanistan’ın kemer sıkma politikası. Eğer olur da seneye gitmek isterseniz, atışları tüm ada genelinde rahatlıkla izleyebileceğiniz bölgeye merkezden otobüslerle, taksi ile gidebilirsiniz. 4-5 km kadar uzağında çünkü sadece. Ama dağa çıkmanıza pek de izin yok, belli bir noktadan sonra yürüyebilir ya da belediyenin tahsis ettiği otobüslerle çıkabilirsiniz. İstanbul metrobüslerine alışan için dert değil. Ama biz dağdan geceyarısı yürüyerek inmeyi seçtik. On dakikada da yokuş aşağı hop indik. Sadece seneye giderseniz, bilin diye. Sonraki yazıda, biraz da Sakız’ın köylerinden bahsedeyim. Şimdilik adio…

Suzan için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir