Sakız’ın Hikayesi… &1

Uzun yollardan çıktım geldim yine, hoş geldim. Bir şeyler var aklımda, kalbimde yazılmayı isteyen. Ama öncesinde sembolleri nasıl okuyorsunuz, dedi bir öğrencim İzmir’de. Karşımıza her çıkan bilgiye sembol diyemeyiz, kabul. Hayat sanırım, sürekli bir şeyi okumakla yaşanmaz. Hatta sevdiğim bir söz de var, birileri yaşar, bir diğeri onu yazar, diye. Yazarken bile kopar insan. Ayrılır yaşamın içinden. Misal, gece 00:48. Eşim uyuyor, İstanbul’un yarısı, Türkiye’nin geneli uyuyor. Ben burdayım, gözleri apaçık, kelimelerin emirlerine amade… Bir Zen üstadının hikayesini okudum. Ona bir soru sorulur. Elini suya batırır ve havaya kaldırır. Eli kurumuştur. Cevabı, yapma olur. Bu bereketli bir yol değil. Nereden bildin dediklerinde, doğadan der. O anda rüzgar esmiş eli kurutmuştur. Benzer bir öngörü soru astrolojisinde de var, bildiğim kadarıyla. Orada en önemli detay, sorunun sorulduğu anın kalitesi. Örneğin, siz iş değişikliği ile ilgili bir soru sordunuz. Astrolog, sizin doğum bilgileriniz bir yana, soruyu sorduğunuz anın bilgilerini alıyor ve gökyüzünü okuyor. Cevap, o anda.  Az önce bir soru sordum, kendimle ilgili oldukça önemli bir konuda. Git ya da gitme olmalı yanıt. Üç yanıt geldi, art arda. Üçü de istemediğim yanıttı. Bu da mümkün. Neyse, bu konumuz değil. Geçtiğimiz hafta sonu Sakız’daydım. Burada gezi notlarımı pek paylaşmasam da Sakız kulağıma kulağıma üfledi “Yaz beni Yeliz, lütfen yaz beni diye.” Daha adaya adım attığım ilk dakika iç sesimde hikaye başlamıştı. Nasıl mı? Dinleyin bak, pek sembollü. Benim gibi İzmirli iseniz, Sakız’a adım atmamış olmak ciddi bir ayıp, öyle ulu orta söyleyemezsiniz. Önce bunu bir belirteyim, sonra da ilk kez gittiğimi itiraf edeyim. Yunanistan gezimi hatırlarsınız, orada 3 kardeştik ama zamanımın çoğunda erkek kardeşimleydim. Şimdi durumlar değişsin dedik, iki kız hazır vizelerimiz de varken, bir yerlere kaçalım, yakın olsun, ada olsun dedik. Haftalar öncesinden yaptık planı. Sadece adamız kesin değildi. Sakız’ın çevresinde dönsek de diğerlerine de aklımız gidiyordu. Kardeşim benim gibi değil tabii, hepsine defalarca gidince en az istediği yeniden Sakız’a gitmek oldu. Ama ben nedense Sakız dedim durdum. Buna rağmen, booking’ten Sakız yerine Sisam adasında bir otel kiralıyordum az daha. Daha da beteri bunu Sakız adasına gidip otelsiz kalarak öğrenmek olurdu, neyseki… -Gözlerim bozuk mu ne?- Sakız adasına bir adım atalım ve başbaşa huzurlu mu huzurlu iki gün geçirelim, uzun uzun konuşalım, yürüyelim, dinginliğe doyalım zaten Sakız’da başka bir hareket de yok nasılsa cümleleri son kararımız oldu. Bundan sonrası bomba… Çeşme’den feribotla 30 dakikada Sakız’a geçiyorsunuz. Eh 30 dense de, giriş çıkış kontrolleri ve yolda geçen süreyle toplamda 2 saati buluyor. Bilesiniz. Cuma günü feribot firması seçerken, tamamen tesadüfen bir yazı gördüm Sakız’da Roket Savaşları diyen. Bir anda anlamadığım bir şekilde heyecanlandım. Bunu duymuş olmalıydım. Ama nereden, nereden? Sonra hatırladım. Sanırım 2,3 yıl önceydi. Ayhan Sicimoğlu dünyayı gezer biz evde oturur izlerken, sadece kısa bir kısmına denk geldiğim programda oldukça masalsı bir yerdeydi. Sanki bir İtalyan köyüydü. O daracık sevimli bir sokakta yemek yiyor ve tepesinden havaifişekler, roketler atılıyordu. Bu bir gelenekti. Bir yandan da çanlar çalıyordu. Aklımda, o kutlama yeni yıl kutlaması, yani Christmas, o yer de İtalya olarak kalmış. Ve şu cümleleri kurduğum daha dün gibi aklımda. “Bu anı yaşayacağım! Orada o anda olacağım.” Hey gidi! Orası Sakız adasıymış. Benim kalben bağlı olduğum topraklar. O gece de Christmas değil, Paskalya’ymış. 40 günlük orucun son gecesi. “İsa dirildi! Gerçekten! İsa dirildi!” diye bağırıldığı geceymiş. Daha enteresanı, o fişekler, roketler yeni yıl için atılmıyormuş, iki kilisenin 100 yılı aşan süredir süregelen kavgasının espirili bir dille devamıymış. Daha da enteresanı, biz Türkler buna çok meraklıymışız, vallahi bak. Sanki Sakız adasının tepesi değildi izlediğimiz yer Kemeraltıydı. Neyse, o konu sonranın konusu. Sakız’a hülyalı inişim öncesini duymalısınız. Önce bir Yunan savaş gemisi bizi karşıladı sanırım Ege denizinde Yunan karasularına girdiğimiz noktada. O an, işte dedim Yeliz. Yaratılan realite bu. Yine siyasetçiler karşı karşıya ve sen iki ülke dost olsun isteyen az sayıda insandan birisin. -Oysaki Çiprasçığım, ah koukle mou! Fotoğrafını masaüstü arka planım yapmayı düşünecek kadar derindim. Bilme, daha iyi.- Adamlar, gemileriyle, jetleriyle gayet mesajını veriyor. Eh, senin geldiğin taraf da armut toplamıyor. Durun siz kardeşsiniz! Ah bre! Sonra, Paskalya sebebiyle gemideki 400 yolcunun dünyanın en yavaş kontrol noktalarından birinden geçmesini bekleyemeyeceğimizden, -yavaş ne kelime! yavaş ne kelime!- adaya 20 dakika kala dışarı çıktık. Bekleyip donmaya. Nitekim, bizden önceki geminin yolcuları da kontrolden geçmediğinden, kazandığımız bir şey olmadı, donan yüzüm, titreyen bedenim, arapsaçına dönen saçlarımla Kış Yarı’ndakilere benzemem dışında. Ama bir şey gördüm. Geminin yanında bir yunus! Bir avuç insan “Ayyyy, ayyy, orada orada!” dedik. Aynı deniz, aynı insanlar, çapraz kaderler. Aynı suda, bir savaş gemisi, bir de barışçıl yunus. Yor yorabildiğine. İkisi de bir de, her şey bir de. Kötü olmadan iyi yok, savaş olmadan barış yok, 3. boyut algısı, dualitesi de. Ama hepsi yerine, görünene aldanma sen, de. Görünen, sadece görünendir. Bilinen değildir. Bak derine, orada barış var. Savaş gemisini birçokları, barışçıl yunusu ise sadece bir avuç donmaktan korkmayacak cesur görür. -hihihihihihih :)- Pasaportlarımızı damgalattık, karaya ayak bastık, sonra da koştur koştur İzmir lokmasını İzmir’den güzel yapan lokmacıya gittik. Üstüne nutella döktürdüğümüz harika lokmaları sıcacıkken yedik. Yanında iki de Greek coffee içtik. Yani Türk kahvesi. Adamlara kızmayalım. O kadar uzun süre iç içeydik ki, bizi ayırabilen utansın. Sürüyor kelime ve mutfağın kardeşliği böylece. Sonrası yarına kalsın, çünkü seyahat bloğundan sembol bloğuna dönüşümü o yazı sağlayacak. Vallahi, bekleyin bak!

  1. Meltem diyor ki:

    Canımm Yeliz’ im nasıl güzel masalsı bir anlatımın var.. her zaman ki gibi yine bir solukta okudum, tadı damağımda kalmış hissederek. Devamını sabırsızlıkla bekliyor olacağım ?

  2. Pingback: Sakızın Hikayesi… &2

  3. Şehriban diyor ki:

    Kitap okur gibi okudum. Öyle akıcı öyle merak uyandırıcıydı ki hayal dünyamda görmediğim bir ada ismi Sakız ve bir de Yeliz’in düşündüklerini aktarırken hissettiklerini hissettiğim bir an belirdi. Buna ne denir bilmiyorum ama sanki senin iç dünyanı kendim yaşıyor hissine kapıldım. Diğer yazına geçeceğim şimdi. Yemek yerken okuyordum tam da, yemekten daha lezzetli geldi yazın. ???

    • Yeliz diyor ki:

      Bizim bir şekilde ortak hislerimiz, ben buradan bir hissi yaşıyorum yazarken, bir bakıyorum o titreşim ortak olduğum herkese geçmiş.
      En başından o ortaklığı biliyorum seninle, az zaman olmadı.
      Güzel Şehriban… Çok teşekkür ederim <3

Yeliz için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir