Kırmızı Ayakkabı

“Küçük bir çocukken sahip olduğum o yaratıcı tutkum neydi?”
“İçimde, dizginlenemez olanın adı neydi?”
“İçimde artık durmadan kanayan o yaranın bulduğum geçici çözümü ne?”
“Kafamın üstündeki kafesin adı ne? O neyin bedeli?”
“Lütfen beni sev diye yalvardığım kim?”
“Kırmızı ayakkabım şimdi nerede?”

**

Daha Instagram hatta şimdiki anlamda bloglar bile yokken, bir mail listesine dahil olmuştum. Şimdi üzülerek ismini hatırlayamadığım tanıdığım harika kadınlardan biri, inanılmaz bir kararlılık ve heyecanla, okuduğu kitaplardan aldıklarını mailing sistemiyle bizlere ulaştırıyordu. Okumak demişken, her gün bir kişisel gelişim kitaplarından birini bitirecek kadar disiplinle okumaktan ve eşzamanlı olarak çalışan bir kadın olmaktan  bahsediyorum. Aynı açlıktaydık. Aynı davranıştaydık. Tek farkı, o bunu diğerlerine aktarabilecek bir yolunu bulmuştu. Bense bir gün bir blog yazacağım ama henüz değil diyerek, bildiklerimi hep yakın çevresine anlatanlardandım. Bu da kendi çapında bir fayda sağlamaktı neticede. O arada evlendim İstanbul’a yerleştim ve kendisinin seminerleri başladı. Ben de aşırı mesaiye kalmadıkça o seminerlere gitmeye başladım.

Onlardan birinde, şöyle bir anıyı dinlediğimi hatırlıyorum.
Bir gün, borcam kullanarak daha önce denemediği bir yemeği yapmak istiyor. Bu esnada, sanırım kitap okurken yemek yanıyor ve borcamı yemekten ayırmaya çalışırken bunun çok zaman alacağını fark edip borcamı yemekle birlikte çöpe atıyor.

O an kıkır kıkır gülerken, içimden tek geçen şey şuydu: kendi deliliğime yakın birini bulmuştum!

Evli olması bir yana (hatta belki çocuğu da vardı) sistemin içine girmemişti. Tutkusu yemek yapmak ya da dantel işlemek olsaydı, onun için belki başka şeyleri yakardı. Mesele kitap okuması da değildi, mesele kendini tanıması, yaratıcılık nehrini canlı tutması ve alanını korumasıydı. Göze aldığı bedeldi. Tutkuydu.

Yaratıcılık nehrini canlı tut ve alanını koru! 
**
Burada bir zamanlar bir yazı yazmıştım, seramiğe nasıl başladığımla ilgili. (Tıkk Tıkk: Bildiğimiz, Unuttuğumuz, Sonra Yeniden Hatırladıklarımız Üzerine) 
O  yazı çok kalbe dokundu ama en çok faydası ise kendimeydi, yazı benim unutma çiçeğimdi. Unutma. 12 yaşında yıllar sonra dönüp bakıp şifalandırmaktan bıkmayacağın bir anıyı, travmayı poğaça hamurundan yaptığın ilk biblonla şifalandırdığını hatırla. Ama unutmasam da, hatırlamanın fayda sağlamayacağı bir şey yaptım, onu beni daha az yoracak başka formlara soktum. Kendime yeni bir şehre taşınmakla birlikte başka meşgaleler buldum yine de kırmızı ayakkabıları bu sefer farklı eylemlerle yapmayı sürdürdüm. Daha az sistemli, makul şartlar altında ama yine de pes etmeden.
Ve geçenlerde bir sabah o bildik hisle uyandım. Sanki gizlice kan kaybediyorum, henüz oluk oluk değil, biraz zaman geçince kanıyorum diyeceğim, şimdilik bu sadece bir sızıntı ama nereden?
-Her kadın, vahşiden tamamen ayrılmamış, tamamen uyuşmamış her kadın, bir erilden farklı olarak sızan kanı kokusundan bile bilir. Bildim.-
**
Kurtlarla Koşan Kadınlar, raftan önce gülümsedi, sonra seslendi, neredeyse haykırdı. Elimi uzatıp uzatıp soba gibi çektim. Bilirsiniz, neredeyse her bir öyküyü defalarca kez okudum. (Bazısı hala okunacağı anı seçiyor.) Ama bu sabah elime almazsam gerçekten canlanıp masamın üzerine atlayacağından korktum. Elime aldım, hatırlamam gereken ne dedim. Sayfalarında elimi gezdirdim. Neredeyse taç çakramın uyuştuğu o sayfalarda, çok sevdiğim bir arkadaşımı da yanımda hissederek, bu yazıya başlamadan birkaç saat önce başlığının altına kocaman harflerle ELEKTROŞOK yazdığım o bölümde, gözümü açtım.
Arkadaşıma yazdım. Okumaya başladık.
Kafka, boşuna dememiş. “Okuduğumuz bir kitap başımıza darbe gibi inmiyorsa -tuğla gibi sarsmıyorsa- neden okumaya zahmet edelim onu?” İndi.
**
Hiç yapmadığım bir hata olarak, işlerimde minik bir kaydırma hatası yapmışım bugün. Tam gün danışmanlıklarım vardı, meğer ikisini yarına planlamışım. Yaklaşık 80 kağıt parçasından oluşan bir tuğla ve yeterli zaman. İnanır mısınız daha ilk sayfadan okumamak için tonla bahanem oldu. Kalktım. Aylardır ertelediğim işlere el attım. Kalktım üçüncü Türk kahvemi yaptım. Kalktım, ders çalıştım. Oturdum, saatlerce telefonda konuştum. Neredeyse her bir sayfadan sonra. Birlikte okuduğum arkadaşımla mesajlaştım. İkimiz de mesajı dan diye alıyorduk da, şimdi o mesajla ne yapacaktık… Ben bu nedenle, mesajı okumayı kesip duruyordum. Durmadan.
**
Şöyle diyordu bir bakıma;

Bir kadın nasıl çorak şartlar altında olursa olsun, o eksikliğin içinde bir çokluk, tamlık yaratabilir yaratıcı doğasıyla. Hiç ayakkabısı olmayan ve kendi imkanlarıyla bezden, paçavralardan ayakkabı yapıp ayaklarını ve kendisini koruyan, yaratıcı kızın öyküsüdür bu. Ayakkabılar mükemmel değildir, belki gülünçtür ama hayat kurtarır. Onun yaratıcılığıdır. Yaşam sevincidir. Tutkusudur. Yaşamak için gerekli olan bunlardır. Gün gelir, o kırmızı ayakkabılarını, hayatını tek değeri benimsemek uğruna dondurmuş zengin bir kadının arabasına binip uslu bir kız olmak için feda eder. -Çünkü, bazen rahat etmek isteriz, bu da olasıdır.- Kırmızı ayakkabı, o en korkutucu tehdit, ilk fırsatta lüks arabalı yaşlı kadın tarafından yakılır. Ama o da ne! Kırmızı ayakkabı tehlikeli bir tutku olarak geri dönecek ve kızın ayaklarını her anlamda her yerden kesecektir. O kadar ki kız, kesip alın bu ayakkabıları benden diye yalvaracaktır…

Çünkü dünya, ürettikleri kırmızı ayakkabılarının değerini bilmeyen kadınlar için kafeslerle doludur. Bu kafes, dünyasal anlamda bir de muhteşemdir üstelik! Bazen muhteşem bir ilişki, bazen muhteşem koşullar, bazen muhteşem bir kariyer. Dışarıdan muhteşemlik gibi görünen içinde yaşayana kafestir.
Neticede,“Birinin fazla kırmızı ayakkabıları varsa, çok dikkatli yaşaması gerekir.” ve kırmızı ayakkabılarından koptuğun süreç, içgüdülerini de sarstığından, kendi üretmediğin kırmızı ayakkabılarla sisteme uymak ve kan kaybetmek pahasına kendini feda etmen gerekir.

Kafese yakalanan kadınsa, kan kaybederek dibe, dibe, dibe çekilir.
Ama korkmamak gerekir, çünkü dip köklerin olduğu yerdir. Ve oraya yeni tohumlar da ekilebilir, sancılı ve karanlık ve acı verici de olsa.
**
Dünyanın en zengin adamlarından birinin oğlunun yazdığı kitap, beni o kurt kapanlarından birinden kurtarmıştı zamanında. Herkes kurumsal hayata dön derken, o dur ve içine bak diyordu. “Kendi hayatını kendin kur” diyordu, bunu da zaten babam dünyanın en zengin adamlarından biri diyerek yapmıyordu üstelik. Bu bilgiye rağmen, kendi hayatını kurması için izin verilen bir oğulum ve aşık olduğum işi yapıyorum diyordu. Unutamayacağım bir cümlesi de şuydu: Ağzındaki gümüş kaşık, sırtındaki gümüşten hançere dönüşmeden…

Çöpe atılan borcam, kızın küle dönen kırmızı ayakkabıları, gümüş kaşıkla doğan adamın onu hançer yapmamalı sözü… Hepsi aynı nokta. Hepsi aynı mesaj. Üstelik, girdiğimi hissettiğim kapanı o seminerlerden birinde ilk kez kendime itiraf etmiş ve sonra da kararımdan Peter Buffett’ın o sözleri karşısında caymamışken…
**

Kitabı okumak için verdiğim aralarda, bir arkadaşımla konuştum. Ona elime kitabı alarak, bugün Kurtlarla Koşan Kadınlar’dan bir sayfa tuttum, dedim. O esnada,

“Yeliz, çok komik bir şeyle sözünü böleceğim. Karşımda bir adam var ve kırmızı Lacoste altına sarı pantolon giymiş ve ayakkabıları kırmızı.” dedi. Hemen tuttuğum öykünün fotoğrafını attım. Bölüm 8: Kendini Korumak: Kurt Kapanlarını, Kafesleri ve Zehirli Yemleri Tanımak. Kırmızı Ayakkabılar

Yine de, telefonu kapatıp okumaya devam etmedim ama on dakika sonra arkadaşım bir ayakkabı denemek için telefonu kapatacağını söyledi, benim için mesaj çok netti.

Sonrasında girdiğim danışmanlık ise, dünyanın bana göre bir ucundaki bir başka kadınlaydı. Çalıştığımız konunun altında çıkan yaşanmışlığı anlatırken, olaya konu olan kırmızı rengi içimden gülümseyerek dinledim kendisinden.
**
Yanlışlıkla çok fazla kek kalıbını çöpe atmışlığım var pastacıyken, fakat borcamlarımı atmadım. Ama çok fazla gecemi, o yaratıcı damarı beslemek için yatağım yerine bilgisayar karşısında yazı yazarak, seramik için pinterest’te araştırmalar yaparak ve en çok da yaptığım bir dinazora, tavşana, çocuk figürüne ayakkabılar, saçlar yaparak feda ettim.
Hep de şunu savundum, yolum yaratıcılıktan geçmese, ilham veremezmişim ki bence tek hayat amacı bu yaptığım her şeyin altında yatanın… Çünkü, biliyorum. İlham bu dünyada birbirimize verebileceğimiz en değerli şey.
İşte bu nedenle, aslında bambaşka bir işle uğraşmam gerekirken, aldım bilgisayarı ve kanayan ya da sadece sızıntısı olan kadınlar için bu yazıyı yazdım. Çünkü yazmak, yeniden bir kırmızı ayakkabı yapmaktır, emekle.

O borcamı çöpe atabilecek, kırmızı ayakkabılarını hiç unutmayacak ve başta sorduğum soruları kendisine cesaretle sorabilecek tüm kadınlar için…

Şimdi burada olsanız, birkaç şişe şarap açıp ben ve arkadaşım bunları konuşurken bize eşlik ederdiniz. Birlikte kırmızı ayakkabılarımızın yerini neyle doldurduğumuzu sandığımızı konuşur, belki biraz da gülerdik, sonunda sahte ayakkabıları küle çevirme sözüyle ama.
O yaşlı kadınlara, kapan olan tüm adamlara, başımızı soktuğumuz ve ödül sandığımız, şükretmemizi istedikleri tüm kafeslere bir hareketle saygı duruşumuzu tamamlardık.

Güzel olurdu, bir gün olurdu belki…
Sevgiyle,

Yeliz

*
Müzik de arka fonda çalsın ve hiçbir şey dünyamı değiştiremez deseydi, o gecede…

  1. Beyza diyor ki:

    Vaov diyorum bütün bu tutkulu kelimelerine ve bir kalp bırakıyorum❤
    Sızıntıların bizi zerafetle götürdüğü yolu fark edip içimize dönmek ve üstüne de sahte ayakkabıları küle dönüştürme sözü vermek olacak olan en güzel şeylerin başlangıcı.
    Kişisel devrimlere kucak açmanın ta kendisi.
    Nice nice tutkulu ilhamların olsun aksın herkese.
    Sevgiler. ?

  2. CEYDA YALÇIN diyor ki:

    Bence de “İlham bu dünyada birbirimize verebileceğimiz en değerli şey.” ve sadece bu yüzden bile sana teşekkür ederim Yeliz. Bu hayat planımdaki en büyük sızıntılarımdan, sınavlarımdam biri olan ertelemek ve aksiyon alamama durumunu şifalandırdığımda belki, yollarımız kesişecek hissediyorum. Ve şunu bil isterim; her içini açtığında içimi açıyorsun… ♥♥♥

  3. Nevoo? diyor ki:

    Kırmızı Ayakkabılar, tutku, amaçlar ile düşünüyordum iki üç gün önce, siz bu yaziyi yazmadan Yeliz Hanım,ve Kurtlarla Koşan Kadınlarda o bölümü bulup okumam gerektiğini söylüyordu içimdeki his.Bir de sizin çirkin ördek yavrusu yazınızı. 5 yasında kırmızı rugan ayakkabılı kadife elbiseli kızı babannesinin elinden tutarken ve ona söylediklerini düşünürken hayal ediyordum şu sıralar hasta olan babanneme bakarken, yaşamı sevmesini, bağlılığını ve tutkusunu yaşamını düşünüyordum, bana söylediklerini ?Eşzamanlılık mı bilmiyorum ben bir kaç gün önce bir şey düşünsem konuyla ilgili ya ya post atıyorsunuz, ya hikayede görüyorum, ya da blogunuz da okuyorum. Blog yazılarınızı severek takip ediyoruz,iyiki varsınız. Yazılarınız kahvenin yanında yediğim damakta kalan çikolata gibi, zihnimde iz bırakıyor,?iyiki varsınız, siz hep yazın inş. ???

Beyza için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir